“Zaman Ötesi Bilgi Felsefesi Çalışma Grubu”’na davet edilmekten onur duyarak bu toplantıya katılmayı kabul ediyorum. Adı da bir ilginç geliyor bana ilk duyduğumda: “Zaman ötesi”, aklıma ilk gelen şey post-modern düşünceler oluyor, belki de bu yüzdendir, ilk olarak algıladığım şey post-modern bir düşünceymiş gibi:
> “Bilim kendi dil oyunlarını oynar; diğer dilleri meşrulaştırma yetisine sahip değildir.”
Bu üzerine çok çalıştığım eski dostum Lyotard’dan başka kime ait olabilir ki? Tabi bir de Wittgenstein dil üzerine bu kadar eğilmişti ama düşününce bunu bu kadar kesin ve net bir biçimde ortaya koymamıştı, bu eklemeyi yapsa yapsa Lyotard yapmıştır. Aslında Lyotard’ın da dahil olduğu bu akımla ilgili bir çok görüş olsa da, temel olarak amacın moderniteyi aşmak olduğu kanısındayım. Kendilerinden önceye ait “hakim” ideolojileri ve paradigmaları kabul etmemek gibi cesur bir yaklaşıma sahip bu akımın kökenlerini tam olarak bulabilmek de değil. Bu akımın içinden bir çok kişi de kendilerini postmodern olarak tanımlamaz zaten, sadece postmodern düşünceleri vardır ve postmodern derken bir dönemden bahsederiz.
Lyotard’da bunu _Postmodern Durum_ ile ortaya koymuştur ve biraz daha ileri gidersek postmodern felsefenin temeli bu eser ile atılmıştır. Yukarıda bahsettiğim gibi Lyotard çok ateşli bir biçimde önceki “meta”ların artık geçerli olmadığını, belirleyici ve kesin söylemlerden uzak durmak gerektiğini söylüyordu. Ama belki de en önemli söylediklerinden biri, evrensel bir üstdil olmadığıydı. Yani her dil, kendinden menkuldü. Önemli olan bağlamdı. Bu açıdan bakıldığında bilimsel bilgi kadar anlatısal bilgi de önemliydi, çünkü bilimsel bilgi dil oyunları içerirken anlatısal bilgi için böyle bir durum söz konusu değildi. Lyotard anlattıkça anlatıyor: tek bir hakikate, salt bir akıla, evrensel bir yaşam konumuna inanmak mümkün değildir. Sıkılıp yanından uzaklaşıyorum.
Daha sonra kulağıma –belki de şimdiye kadar eğitimi hep bu şekilde aldığım için – tanıdık bir önerme geliyor;
> “Bir kavram bilimde kullanılıyor olsa bile, eğer duyumlara indirgenip tanımlanamıyorsa metafizik bir kavramdır.”

Ne kadar da nesnel bir yorum! Bu olsa olsa positivist birine ait olabilir diye düşünürken haksız da çıkmıyorum. Anca 1800’lere ait olabilicek bir inatçılıkla dediklerini anlatan Mach’ı görüyorum. Ona göre duyumlar geçerli bir kanıt değil bilim için, psikolojik temelleri var. Nitekim kendisi de fizik olay ve psişik olay diye ikiye ayırmış olayları, sadece herkes için boşlukta var olanlar fizik olay olurken , bunların dışında kalanlar psişik olay kategorisine giriyor. İnsan Mach’a göre bir duyular yumağından ibaret(miş). Bilim duyumları betimlemek için kullanılsa da betimleme kavramı onun için; deney, sayma-ölçme ve şemalaştırma ile ortaya çıkmakta. Mach her şeyi dar bir çerçeveye almaya uğraşırken, O’nun yanında fazla kalmamın benim postmodern imajıma pek yakışmayacağını düşünüyorum.
Tam bu dar mantıktan kaçabildim derken aynı darlıkta bir ses kulağıma geliyor:
> “Doğruluğunu apaçık bilmediğim hiçbir şeyi doğru olarak kabul edemem.”

Tam bir “al birini vur ötekine”! Ne var ki bu çok saygı duyduğum ve bir çok düşüncenin temelini atan bir felsefe adamı, Descartes. Fransız ama Hollanda’da yaşıyor. En büyük düşmanının kuşkuculuk olduğundan bahsediyor bana. Aslında biraz da çatışıyor gibi geliyor kendisiyle; kuşkuculuğu yok etmek için kuşkuyu kullanmak! Sonra da duyduğum kısmın sadece küçük bir parça olduğunu, izlediği metotları anlattığını fark ediyorum: “Aceleyle yargıya varmamak ve ön yargılara saplanmamak, şüphe edilmeyecek derecede açık ve seçik olarak kavranan şeylere yer vermek, bölümlere ayırmak, düşünceleri sıraya göre yürütmek, genel kontroller yapmak…”. Aslında ele aldığı problem de mantıksız gelmiyor bana: kesin ve kuşku duyulamaz önermelerin olup olamayacağını aramak. O’na göre “düşünen ben” var, yani bunları yazarken ben bile farklıyım bedenimden. Her ne kadar düşünceleri bana uymasa da bilime ve felsefeye yaptıkları katkıları azımsanmayacak derecede olan Descartes’a saygıyla selam verip yanından ayrılıyorum.
Biraz sonra tanıdık bir yüz daha görüyorum, Derrida. Diyor ki;
> “Anlam metin içinde donuk olarak okuyucuyu beklemez.”

Kendisi benimle parallel düşünüyor aslında. “Yapıbozum”’un babası diye tanıyor herkes onu. Amacı da basit aslında: yapıbozum ile moderniteyi yapısızlaştırmak. O’na göre modernitenin de amacı belli: Bir hakikati-özü aramak. Bu tür bir bakış açısı kendinden menkul, yansız ve saydam bir dile ihtiyaç duyar ve böyle varsayar. Bu anlayışı yıkmanın tek yolu da yapıbozumculuk. Tersine çevirme ve yeniden oynatma ile de bu işlem “gerçek” kılınıyor. Derrida aslında zıtlıklar üzerine kurulu bir dile ile ilgileniyor, bir olguyu ancak karşıt olgunun varlığı ve aralarındaki iktidar ilişkileri belirliyor. Bir okuycunun tüm bu anlamları somutlaştırması da başka bir şart.
Tanıdığım Wittgenstein’ın düşünceleri zamanla değişir. Ama önem verdiğim terimlerden biri ile, “dil” kavramı ile, söyleyecek bir kaç sözü olduğunu görüyorum:
> “Dil olgular dünyasının bir resmidir.”

Wittgenstein’ı tanıyorsam düşünceleri kesin değişecektir ama yine de kulak veriyorum. Diyor ki; dil olgular dünyasındaki ilişkilerin aynısını yansıtan illişkilerle kelimelerin bir araya gelmesi sonucu oluşan bir şeydir. Bu açıdan bakıldığında bir tümce de gerçekliğin tasarımı demektir. Tüm bunları sağlayanın da “mantık” olduğunu önesürüyor. Üstelik garip bir şekilde dilin sınırları dünyanın da sınırlarını belirler diyor. Yetmezmiş gibi, bir cümlenin anlamlı olabilmesi için doğrulanabilir olması lazım diyor! Düşüncelerinin zamanla değişeceğini ve en azından felsefe anlayışının bir parça farklılık göstereceğini tahmin ettiğimden fazla üstelemiyorum. O da post modernite ile doğru yolu bulacak diye kendime zıt bir önerme ile oradan da uzaklaşıyorum.
Bu düşüncelerden uzaklaşıp biraz da bilmediğim deryalara açılmak istiyorum, bu sefer bir non pozitivistin düşünceleri kulağıma çalınıyor:
> “Bilimde nihai doğrulama ve nihai yanlışlama yoktur.”

Aslında post modern akımdan etkilenmiş biri olarak bana çok da uzak gelmiyor bu cümle, yine de belirli farklılıkların olduğunu seziyorum. Bu sözün kime ait olduğunu araştırdığımda ise Lakatos’u görüyorum. Bilimin yanılabileceğinden bahsediyor. Gerçekten de haklı gibi. O’na göre ortada bir teoriler zinciri var. Ortaya BAP diye bir program atıyor. Ampirik içeriğe önem veriyor. Ardıllıktan bahsediyor. Söylediklerinin bir kısmı pozitivistler ile kesişse de yeterli derecede farklılıklar olduğunu görüyorum.
Tam Lakatos’la hararetli bir biçimde konuşurken yanına aynı akımdan etkilenmiş biri daha gelip ortaya şu iddiayı atıyor:
> “Hiçbir kuram alanındaki tüm olgularla uyuşmaz, yine de suçlanması gereken her zaman kuram değildir.”

Kendisi Viyana Çevresi’nden Feyerabend. İki temel katkısı var felsefeye: Ölçüştürülemezlik ve bilgikuramsal anarşizm. Ortak bir ölçütün yokluğundan ve bilimsel yöntemin var olmadığından bahsediyor bunlara paralel olarak. Asıl konuya geldiğinde ise olguların eski ideolojileri tarafından kurulduğunu; olgularla kuramlar arasındaki çatışmanın aslında bir nevi ilerlemeye yol açabileceğinden bahsediyor. İkisiyle de konuşmam sonrasında bir kaç temel şeyi görüyorum; pozitif ve normatif bilimler arasında fark görmüyolar, doğru ve geçerli tek bir bilimsel yöntem yok, evrensel nitelikte bir ölçüt yok, fizik kadar metafizik temeller de önemli, sözel analiz de matematiksel analizden daha aşağıda bir konumda değil. Her ne kadar post modernite ile ortak düşünceleri çok fazla olmasa da o yolda ilerlediklerini hissediyorum. Belki daha uzun yaşasalardı düşünceleri de farklılaşırdı.
Biraz da farklı şeyler duymak istediğim için Hermeneutik akımının öncülerinden Heidegger’in yanına gidiyorum. Aslında kendisinin de “varoluşçuluk” kavramının kurucularından. Konuyu da hemen buna bağlıyor:
> ”İnsanın varlık olmaktalığını başka varlıklardan ayıran, varlık olmaktalığına ilişkin varoluşsal farkındalığıdır.”

Bu söz üzerinde fazla düşünmeye gerek olmadığını hissediyorum nedense. Tabi ki felsefeden önce felsefe yapanı, insanı ve insan varlığının doğasını tanımak ve kavramak gerekiyor bence. Post modern bir bakışa sahip olmam başka akımlardan etkilenmeyeceğim manasına gelmiyor! Heidegger’e göre eğer insanı yanlış anlarsak geri kalan her şey de yanlış anlaşılıyor. Bu yüzden ortaya ‘Dasein’ kavramını atıyor. O’na göre ‘varoluş’un tanımı gibi Dasein. Zamansallık ve oluş kavramlarının çok önemli olduğunu hemen kavrıyorum. Çeşitli kaygılar da bir o kadar önemli, nitekim ancak kaygılara kulak veren insan varoluş kararını verip kendi özüne dönüyor Heidegger’e göre. İnsan ancak dünyayla birlikte varoluyor. Fark ediyorum ki, kendisi de “dil”e özel bir anlam yüklüyor.
Heidegger’in düşünceleri beni etkilemiş olmalı ki aynı akımdan etkilenmiş bir başka biri, Gadamer’i ilgiyle dinlemeye başlıyorum:
> “Anlama.. insani düşüncenin sahip olduğu diğer düşünme tavırları arasında bir tavır değildir; tersine o insanın varoluşunun temel hareketliliğidir.”

Bu bakış açısıyla anlıyorum ki, Gadamer anlama eylemini tasarıma bağlıyor. Bu anlayanın özgül tasarımı. Herkes anladığında kendinden bir şeyler katıyor. Bu açıdan baktığımda fark ediyorum ki Hermeneutik düşünürler öznel yaklaşımlara da açıklar. Bunun üzerine ben de onları öznel olarak değerlendiriyorum: yorumbilgisine önem veriyolar, tarihselciler ve süreç kavramından yanalar. Tıpkı benim gibi onlar da bir “kurgu”dan bahsediyor, gerçekliğin subjektifliğinden dem vuruyorlar. Kesin ve katı kurallara karşılar. Gadamer de tıpkı biz post modern akım düşünürleri gibi dile bir anlam yüklüyor, her ne kadar tam olarak aynı şeyleri söylemesek de bu hoşuma gidiyor.
Birçok farklı aklım tanıdıktan sonra gözüme tanıdık birisi ilişiyor: Baudrillard. Medya hakkında biraz takıntılı kendisi. Her zamanki söylemlerinden birini duyuyorum:
> “İnsanlar yığın halinde işaretlerle uyumlu olarak yaşamaktadırlar.”
![[jean-baudrillard.jpg]]
Bu “yığın” haline gelen insanlardan medyayı sorumlu tutuyor kendisi. Pek haksız da sayılmaz. Bilginin iktidarı bu kadar önemliyken bir iktidar aracı haline gelen medya anlayışı bana pek de uzak değil. Modernite döneminde oluşan tüm şeylerin post modernite döneminde anlamını yitirmesi, “içe doğru patlama”, bana uzak bir kavram değil. Ben de “gerçek” yerine “gösteri” ile ilgilenen “çağdaş” toplumlardan birinde yaşıyorum sonuçta. Aklıma “Truman’s Show” geliyor Baudrillard’ı her görüşümde.
Bu toplantıda ne kadar çok post modern akıma mensup düşünür varmış diye düşünürken, bir başka tanıdık yüz, Foucault’u görüyorum. Biz post modern düşünürler için iktidar anlayışı çok önemlidir ama sanırım Foucault için yeri ayrıdır:
> “İktidarlar bilgi yoluyla yeni faaliyet alanları ve tipleri yaratırlar.”

Bilgi ve iktidar anlayışı post modernitede ayrı bir yer tutar. O’na göre söylem-iktidar-kontrol ilişkisi çok önemlidir. Modern iktidar biçimlerini de tanımlamaktan tutamamış kendini bu toplantıda gördüğüme göre. Muhtemelen şöyle devam edecektir; bireysel öznelliğin iktidar ürünü olduğundan bahsedecek, hatta ortaya her yerde söylediği “ölmüş öznellik” kavramını atacaktır. Aslında haklıdır da, bilgi iktidarı, iktidar da insanların ne düşündüğünü belirlemektedir. Bilgiye sahip olan hakimiyete de sahip olmaktadır. Bunun sonucunda birey artık rasyonel, bilinçli veya tutarlı değildir.
Bir uçtan diğer uca atlamaya karar veriyor, Popper’ın sözlerine kulak veriyorum:
> “Sınanmayan bir önerme , bilimsel olamaz.”

Popper aslında en çok önem verdiği şeyi bir çırpıda söylüyor: Sınanabilirlik. Aslında bu yanlışanabilirliğin bir uzantısı gibi düşünülebilir. Sınanamayan bir önerme yanlışlanamayacağı için de bilimsel olma özelliğini kaybediyor Popper’a göre. Sanırım toplantıdaki bir çok kimse onunla aynı fikirde değil. Bilim doğruyla özdeşleştirilemediğini kabul eden Popper yine sınanabilirliği ön plana çıkartıyor. İçeriğe de sınanabilirlik gözüyle bakıyor. Anlıyorum ki Popper olaylara çok dar bir açıdan yaklaşıyor, post moderniteden çok uzakta…